Pages

  • Ana Sayfa
instagram facebook linkedin

ÖTEBERİL

  • Uçak yolculuğu için çok erken saatler mesela sabah 6, 7 civarı keyifli değil bence. Şöyle uykumu aldığım, ortalığın da aydınlandığı zamanlarda yollarda olmayı daha çok seviyorum. Budapeşte’ye uykusuz kalmadan sakince ve sağ salim vardık diyebilirim. Sıcak hava bizi karşıladı. Halbuki daha Haziran’ın başındayız bi şey olmaz dememek lazımmış. Epey sıcak. Nem çok.

    Gezi öncesinde hava limanından şehir merkezine nasıl ulaşabiliriz araştırmasını yapmıştık. Diğer bloglardan edindiğim bilgiyi de paylaşayım: Otobüs (200E), tren, taksi vs. ile ulaşım sağlanıyor. Taksi (8000 HUF), havalimanı servisi (Gidiş dönüş 4500 HUF), Uber (4000 HUF) ve toplu taşıma (520 HUF) alternatifleri mevcut. Para birimi Forint (HUF). Haziran 2018’de 1 Euro yaklaşık olarak 318 HUF’a denk geliyordu. Ayrıca güne başlamadan önce offline haritamızda görebileceğimiz yerleri nokta atışı işaretlemiştik. Gün içinde internet ihtiyacı duymadan sadece GPS açarak gezmek içimi rahatlattı:

    Metroyu kullanarak, aktarma yaparak şehir merkezine öğleden sonra saat 2 gibi vardık. Şehirde klasik trafik akışını görüyorsunuz ama İstanbul'dan tanıdık olduğumuz o can sıkıcı keşmekeş yok elbette. İlk iş otelimize varıp bavulları atıp biraz soluklanmak ve kendimizi dışarı atmak oldu. Konaklamayı CapitalGuesthouse Budapest’te yaptık. Eski, yüksek tavanlı, taş merdivenli, tüm katlarda dar uzun balkonları olan ilginç bir yapı. Tekrar gidersem mutlaka yine burada kalırım diyemiyorum. 

    Oda manzaramızıysa sevdik:


    Öğle saatlerinde merkeze varıp bir an önce karnımızı doyurmak istedik zira daha gezecek görecek yerler var zaman kaybetmemek gerek. Bellozzo diye bir restoranda pizza makarna yedik. Bir Bolonya olamaz tabi :) İncecik pizzalar, sarımsaklı makarnalar için bir şans verilebilir ancak 2.ye lüzum yok. İstanbul’da çok daha lezzetlisini tattığımı söyleyebilirim. Mesela: Pizzeria İl Pellicano Moda’da, İtalyan bir aşçıları var, hamur açıp pişiriyor, ya da sadece orada duruyor :)


    Gezilen görülen yerlerin kendi dillerinde bir şeyler öğrenmek sanırım herkese eğlenceli gelir. Yol, sokak, meydan veya “bir sonraki durak” çevirilerini ezberler ezberler unuturum ben :) Mesela utça cadde anlamında, tér meydan, út yol demek. Ezberleyin. Ya da yo ezbere gerek yok, o kadar çok karşılaşınca doğal olarak yer ediyor.

    Bir de Küçük Prenses var, heykelin dizine dokunduğunuzda Budapeşte’ye tekrar yolunuz düşebilir J kimine göre şans getirdiğine inanılıyor.

    İlk gün elimizdeki kısıtlı sürede yürüyerek Zincirli Köprü’yü (Chain Bridge) geçip Buda Kalesi’ne çıktık. Kaleye yürüyerek çıkmak yerine teleferik kullanılabilir, 1200 HUF civarı bileti var. Budapeşte manzarası için en doğru noktalardan biri burası. Aşağıda Tuna Nehri, nehirde yan yana gelmiş bekleyen yolcu tekneleri, karşıda Özgürlük Anıtı.. derken durduğum noktaya baktığımda Tuna Nehri nerede Boğaziçi nerede diye karşılaştırma yapmadan edemedim. Gördüğüm kısıtlı yerlerde her şeyi ister istemez yaşadığım yerle karşılaştırıyorum, insan davranışları, doğası, nehri denizi, yemekleri.. Sanırım bu hiç bitmeyecek. Tuna’nın durgunluğu ve griliği yanında Boğaziçi masmavi ışıl ışıl geldi birden. Canım Boğaziçi (bunu ben mi diyorum)..

    Budapeşte’yi arşınlamadan önce görülecek yerler listesini ben de yapmıştım. Bir yandan deliler gibi yorulup bitap olmayalım istiyoruz (burada o dönemde ayak parmağımın kırık olması, fakat bunu bilmemem, sadece ayağımda anlamsız ağrılarla topallayarak 1 haftalık geziyi sürdürecek olmanın verdiği yavaşlamayı da ekleyelim) ama diğer yandan o kadar gelmişiz şurayı burayı ve burayı görelim diye excellerce lokasyonu yerleştiriyoruz saatlerimiz arasında.

    Gellert Tepesi’ndeki Filozoflar Bahçesi (Garden of Philosopy) bir sonraki durağımız. Dağlar tepeler aştık (benim için özellikle kocaman dağlar tepeler), onlarca basamak çıktık, evet onlarca basamak sıcak havada 100lerce basamak etkisi yaptığından, ben kan ter içinde, Berkin son derece cool, tepeye vardık. Yeşillikler içinde evlerin olduğu, muhtemelen burada oturmak zengin olmayı gerektirir dediğimiz (çünkü eğer bir yerde doğa, ağaçlar ve kuş sesleri varsa orada kolay kolay kimsenin yaşama hakkı yoktur, paran varsa doğa da senindir mantalitesi içinde yaşadığımızdan böyle düşündüm) yerlere vardık. Beni bıraksalar (evet hani deseler ki seni azad ettik geçim masrafların Budapeşte belediyesinden karşılanacak) hiç sesimi çıkarmadan orada yaşardım (sanırım, kuvvetle ihtimal, galiba). Kaldı ki bir de parkı var geniş yemyeşil alan, gençler kızlı oğlanlı (!) eğleniyorlar top oynuyorlar gitar çalıyorlar köpekler koşturuyor herkes mutlu. Bu bahçede 8 farklı din adamı ve filozofun bronz heykellerini gördük. 5’i dünyadan farklı kültürler ve dinleri temsilen din adamlarını (Abraham, Echnaton, Jesus, Buddha ve Lao Tse), 3’ü ise filozofları (Mahatma Gandhi, Daruma Taishi ve Saint Francis) temsil ediyormuş.

    Budapeşte’nin sinekli parkı: Városliget. Evet şehrin içinde düz park. Yeşil. Gidip sakinlemek için tabi. Burada avm yapılmıyormuş parklara, ilginç.



    Yine bloglardan önerilerle devam ettik. Bir blog var, ben keyifle takip ediyorum Oİ the Blog. Önerileri üzerine Eco Cafe’ye mutlaka gitmeliyiz bir kahve içmeliyiz cafenin havasını solumalıyız heyecanımız kısa sürdü zira Budapeşte'de cafeler erken kapanıyor. Akşam saat 8 kapanış saati olabiliyor mesela. O yüzden tatlı cafe görelim isteklerimizi günün daha erken saatlerine planlama kararı aldık. 

    Bu durumda sokakları dolaşalım, karşımıza çıkan en keyifli gördüğümüz yerde soluklanalım istedik: 


    Yemek konusunda pek yerel tatlar deneyemedik. TGIF Friday’s olmadan akşamımızı kapatamayız hayatta, patateslerimiz, Dreher biralarımız olmadan gözümüze uyku girmez normalde. Rutinimizi bozmadık :)

    Ve saydık. Günlük adımımızı saydık. Kırıkla birlikte günde ortalama 23,000 adım hiç fena değil sanki! Well done!

    2. güne kahvaltı macerasıyla başlamak da bir seçenek elbette. Yine bir Oİ the Blog önerisi üstüne Szimply’ye gittik. Sıra olduğundan beklemek için hemen karısındaki kahvecide (Kontakt Coffee) bir kahve içerek bekleyebiliyorsunuz. Hava da yağmurluydu. Tek eksiğimiz cam önü dışarı manzarası ve bir kedi. Derken sıramız geldi. Sıra dışı kahvaltısıyla aklımızı aldı diyebilirim. Klasik peynir zeytin domates salatalık yumurtadan çıkın, çıkın klasikten ;) Kızartılmış enteresan ekmekler, üzerinde avokadonun farklı karışımlarla aşık olunası tadı, üzerine adını asla bilemeyeceğim soslar salamlar, minik çiçekler bunların hepsi birleşince efsane bir kahvaltı tabağı oluştu ve keşke aşırı sıra olmasa da sabah akşam burada yesem dedirtti. Pek küçük bir mekan. Gösterişsiz, belli bir konsept(!)siz, sadece masalar ve sandalyeler ve insanlar. 



    Budapeşte'de Tuna Nehri'nde gün içinde ve akşam saatlerinde tekne turları yapılıyor. Özellikle hava kararmaya başlayıp şehir ışıklandığında mutlaka görmeliymişiz. Biz de katıldık. Özellikle Parlamento Binası çok güzel oluyor. Biz telefonlarımızın azizliğine uğradık ama anı yaşamak gibisi yok elbette.






    Günün sonunu elbette bir ruin barla getirmeliydik. Budapeşte’de ruin bar olarak Szimpla Kert’e gitmeyeni sınır dışı ediyorlar diye duyduk. Terk edilmiş binaların o haline çok dokunmadan mekanlara dönüştürülmesi. İçeride farklı konseptlerde düzenlenmiş (eşyalar değiştirilmiş veya duvar renkleri ve ışıklarla oynanmış) odalar görüyoruz. İçerisi acayip nemli, sıcak.. Kalabalık.. 2 bira iç, sohbet et ve kaç. Yaşlandım mı ben?

    Budapeşte’de son günümüzde geç kahvaltımızı yine Oİ the Blog önerisi olan Stika’da yapalım dedik. Bizim ülkede servise özen gösteriliyor bu çok net. Müşterinin siparişini hemen almak ve sorularına cevap vermek şeklinde bir çaba var. Stika’da kapıda sıra beklemek tamam kabul edilebilir, madem burada oturmak istedik, beklenebilir ancak sıra gelip masamıza oturduktan sonra uzunca bir süre (10 dk gibi) sipariş alınmıyor, hadi siparişi verdik, 30 dk boyunca gelmiyor, 15.dakikada durumunu sorduğunuzda sanki “benimle uzaya gelir misin” diye sormuş gibi anlamsızca yüzünüze bakılıyorsa, hiç ses etmeden kahvaltınızı beklemeye devam etmelisiniz sonra aç kalabilirsiniz :) Menüleri pek iç açıcı değildi, ne farklı bir tat denemiş olduk ne de bildiğimiz bir kahvaltı yapabildik. 

    Havanın yağmurlu olmasına aldırmamak gerek. Başka yerde olmak bile huzur verici. İlk durağımız Terör Müzesi oldu. Bu müze Alman işgali sırasında komünist dönemde karakol olarak kullanılıyormuş. Açıklamaları okudukça hücrelerde yaşanan acıyı işkenceyi çok çok az da olsa hissetmek bir nebze mümkün. Birkaç saati burada geçirdikten sonra acıkmıştık. Müzeyle aynı yol üzerinde rastgele bir pizzacıya oturduk. Millenium adındaki bu restoranda pizzalar hem kocaman geliyor hem de pek leziz. Pizza severler buraya.

    Günü böylece tamamladık diyelim. Tatlı kriziniz gelirse ve blog taramalarınız sonucu gitmek istediğiniz yerlere gidemediyseniz HiszteriaCremeria sizi oyalayabilir. Andrasy Utca üzerindeki bu mekanda hiç yoktan iyidir cheesecake ve hadi olur içerim ver bir cappuccino dedik.

    Ve günü tamamlama zamanı. Ertesi gün Viyana günleri başlıyor.
    Continue Reading
    Bu yaz rotamı Orta Avrupa'ya çevirip tekerleme söyler gibi söylediğimiz 3 ülkeyi gördüm: ViyanaPragBudapeşte. Bu seferki gezinin kahramanlığını kardeşimle paylaştık. Bu kısa tatille hem Berkin ilk kez yurt dışına çıkmış oldu hem de ben çok istediğim üçlemeyi yapabilmiş oldum. Anne sponsorluğun için teşekkür ederiz :) 

    Güzergahımız Budapeşte - Viyana - Prag şeklinde. Uçak biletlerini en uyguna bu sıralamayı yaptığımızda alabildik. Zira İstanbul-Viyana uçuşları epey pahalı diğer 2 şehirle karşılaştırınca.

    Şehirlerarası ulaşımı otobüs veya trenle yapabileceğimizi biliyorduk. Tren yolculuklarını her daim daha çok sevmişimdir. Bu hevesle tren biletlerimizi web üzerinden QBB'den aldık. Bizdeki TCDD Avrupa'da QBB diyebilirim.

    Normalde tatil planlarımı çok önceden yaparım, biletler rezervasyonlar güzergah gezilecek görülecek yerler (ve elbette yeme içme listesi önemli) önceden tane tane not ederdim ancak bu sefer hiçbir şeyi önceden planlama şansım olmadı. Birazı yollarda şekillendi, birazı akşamları yapıldı ve elbette günler yetmedi şehirlere doymaya. Tadı damağımda kaldı, en çok da Prag'ın.

    Artık gezip görmeye başlayalım.



    Continue Reading
    Günlerden 30 Ağustos Çarşamba. Bugün Sakız adasından Samos (Sisam) adasına geçiş günü. Bu yolculuğumuzu da büyük yolcu gemileriyle yapıyoruz. 08.10’da Chios limanından kalkıp Samos iskelesine bizi götürecek olan Hellenic Seaways feribotunu bekliyoruz. İnanılır gibi değil ama gemi tam 3 saat rötar yaptı ve yapılan tek açıklama “bunu onlar da bilemez, geldikleri limandan kaynaklı bu rötar” oldu ve devamında gelen "yaşasın devasa gemideyiz her yer bizim" heyecanımız:


    Bu da öfkem ve ben:


    Samos’tan kalkan otobüslerle ilk durağımız Kokkari’ye geldik. Burada Dina Pansiyon’da kaldık. Bu otele ilişkin vermek istediğim bir ayrıntı var. Rezervasyonumuza kahvaltı dahildi. Kahvaltı diyince en basit içerikli bile olsa biraz çeşit beklentiniz oluşabilir. Oluşmasın. Kahvaltı ekmek tereyağı reçel ve çay/kahveden ibaret. Daha fazlasını hayal etmemenizi öneririm.

    Eşyalarımızı odamıza atıp denize koştuk. Evet Gülay'cığımın ayağı artık iyileşmişti ve evet o da koşuyordu. Şaka şaka koşmasına izin veremezdim :) 

    Kokkari'de deniz aşırı dalgalıydı. Boyumu da aşan dalgalar. Bu durum hiç hoşumuza gitmedi. Elbette denize girmeyi deneyecektim. Zaten etraftaki insanlar da giriyorlardı ve dalgayı aştıktan sonra ilerisi rahat yüzmeye elverişliydi. Başaramadım :( Dalgaları aşamadım ama dalgalar boyumu kat kat aştılar. Onlar mutlu ben keyifsiz, vedalaştık.  

     

     

    Kokkari'nin pek tatlı, kalabalık görünen ama hiç rahatsız etmeyen, belki de restoranlar yan yana dizili olduğu için kalabalıkmış hissi uyandıran renkli cıvıl cıvı bir sahil şeridi var. 

     





    Hayatımın sonuna kadar orada yaşayabilirmişim gibi geldi. Çiçekler, renkler, sakinlik, kediler.. huzur.. 

      


     

     

    Akşam yemeğimizi bloglardan yapılan önerileri takip ederek güzel bir restoranda yedik. On numara beş yıldız bu restoranın adı Poseidon. Restoranın sahibi, mekanın ruhu, yemeklerin lezzeti, yemeğe gelen Yunanlıların yüzlerindeki gülümseme ve hayatı mutlu olmak için yaşıyormuş halleri bizi sandalyelerimize yapıştırdı. Zamanın nasıl da yavaş akmasını istedik.

     


    Adalar tatilimiz boyunca akşam yemeklerini hep soğuk mezelerden, tek tek deniz ürünlerini tadarak geçtik. Toplu toplu büyük menüler, balıklar sipariş etmenize gerek yok. Ufak ufak 3-4 çeşit sipariş ederek bir hayli doymuş olarak masadan kalkmak mümkün. Ve evet diğer bloglarda yazdığı gibi uygun fiyatlara yemeğinizi yiyebiliyorsunuz.

      

    Yemekten sonra caz müzik dinlemeye gittik. Ve artık zaman durmalıydı. Bu taraf restoranların olduğu sahil gibi hareketli olmamakla birlikte denize sıfır, daha az insanın olduğu, kokteylimizi keyifle yudumladığımız ve canlı caz müzik yapılan açık hava barını içinde barındırıyor. Cennet burasıydı. 

      

    Ve günlerden 31 Ağustos Perşembe. Bugün Pisagor'a geçiş günü. 

    Burası kendi halinde, yine de turist çeken ama sıkıcı bir kalabalık barındırmayan sıcak bir kasaba. İşlek olmayan, insanların rahatlıkla yollarında yürüyebildiği bir ana caddesi var. Cadde üzerinde hediyelik eşya satan yerler, mini marketler ve cafeler dizilmiş. Caddenin sonunda limana varıyorsunuz ve yol 2'ye ayrılıyor. Bu kollar üzerinde de tekneler, restoranlar, cafeler sıra sıra.

     



     

    Tabi önce Pisagor heykelini görmeliydik.

      

    Gece de görmeliydik:

     

    Burada geçirdiğimiz her gün Pythagoria Beach'te gündüzlerimizi tükettik. Sahil güzel, deniz harika, sahilde üzerinde yattığımız şezlonglar son derece konforlu, rahatlıkla dilediğinizi sipariş edebiliyorsunuz ve cüzdanınızın boşalma korkusu olmadan güneşin, müziğin tadını çıkarabiliyorsunuz. Cennet goes on :)

     





    Akşamları odamıza dönmeden önce marketten kahvaltılık alışveriş yapıp sabahları odamızın bahçesinde tatlı tatlı kahvaltımızı yapabildik. 

    Akşam yemeğindeyse 7/24 deniz ürününe kısa bir mola verip Samos şarabı güzel olur diyerek pizza şarap ile devam ettik. Pizzalar Pepinos Pizza'dan.  

      

    Böyle güzel bir yerde güne uykumuzu alarak ve erkenden başlayabilmek insana ekstra enerji veriyor. Kasabanın sokaklarını, taşları yolları böcekleri kedileri görme vakti.

     

     

      

     

      

    Ve bu an itibariyle Yunan adalarındaki tatilimizin sonuna geldik. Pisagor'dan sonraki durağımız Kuşadası üzerinden Didim olup oradan Gülay'cığımın yazlığına dönerek Ege turumuzu sona erdirmiş bulunduk. 

    Özetle; yaz güzel, güneş mis, Ege cennet. Tüm bunları sevdiğin dostunla harmanlamak mutluluğun ta kendisi.

      

      

    Continue Reading
    Newer
    Stories
    Older
    Stories

    Başka Yerlerde De Yazıyorum

    blog sözlük

    Hakkımda

    Hakkımda
    Sırt çantama hoşgeldiniz. Bazen birkaç parçayla düşerim yola, bazense fazlasıyla bir şeyler bulunur çantamda. Rengarenk kalemler, mini mini defterler, yara bantları, ağrı kesiciler, parfümler, kitaplar diye gider.. her derde deva.. Böylece çıkarım öteberimle türlü türlü yollara..

    En Sonkiler

    Yazılarım

    • ►  2024 (2)
      • ►  Şubat 2024 (1)
      • ►  Ocak 2024 (1)
    • ►  2023 (4)
      • ►  Haziran 2023 (2)
      • ►  Mart 2023 (1)
      • ►  Ocak 2023 (1)
    • ►  2021 (5)
      • ►  Kasım 2021 (1)
      • ►  Ekim 2021 (2)
      • ►  Nisan 2021 (1)
      • ►  Ocak 2021 (1)
    • ►  2020 (18)
      • ►  Ekim 2020 (1)
      • ►  Eylül 2020 (2)
      • ►  Ağustos 2020 (2)
      • ►  Temmuz 2020 (1)
      • ►  Haziran 2020 (6)
      • ►  Mayıs 2020 (5)
      • ►  Nisan 2020 (1)
    • ▼  2018 (4)
      • ▼  Eylül 2018 (2)
        • ORTA AVRUPA - 1. Kısım: Budapeşte
        • ORTA AVRUPA - ViyanaPragBudapeşte
      • ►  Nisan 2018 (1)
        • KUZEY EGE ADALARI - 4. Kısım: Samos Adası
      • ►  Ocak 2018 (1)
    • ►  2017 (3)
      • ►  Eylül 2017 (3)

    İzleyicilerim

    Etiketlerim

    • gezilerim (8)
    • meydan okuma (8)
    • içimden gelen (7)
    • işte bunlar hep deneyim (5)
    • merhaba (3)
    • Belçika (2)
    • Brüksel (2)
    • Göç (2)
    • sevdiğim şeyler (2)
    • aftersun (1)
    • minimalizm (1)
    • sağlık (1)

    Neler Okuyorum

    Beril's books

    Şeker Portakalı
    it was amazing
    Şeker Portakalı
    by José Mauro de Vasconcelos
    Amok Koşucusu
    it was amazing
    Amok Koşucusu
    by Stefan Zweig
    Cesur Yeni Dünya
    really liked it
    Cesur Yeni Dünya
    by Aldous Huxley
    Yeni Soyadının Hikâyesi
    really liked it
    Yeni Soyadının Hikâyesi
    by Elena Ferrante
    Böyle Buyurdu Zerdüşt
    liked it
    Böyle Buyurdu Zerdüşt
    by Friedrich Nietzsche, Murat Batmankaya

    goodreads.com

    İletişim Kurmak İsterseniz

    Ad

    E-posta *

    Mesaj *

    Created with by BeautyTemplates

    Back to top