Beklemek şu hayatta zorlanmadan yapabildiğim bir eylem olmadı hiç. Birini beklemek, bir şeyi, bir gelişmeyi beklemek, sevdiğim birinin ya da mevsimin gelmesini beklemek, bir yerde sıra beklemek bile eğer keyifli bir manzaram yoksa (doğada bir hareketlilik, kedi köpek oynaşması, uçan baloncuklar ya da uçuşan yapraklar gibi) tahammül edebildiğim bir şey olmadı. Ve şimdi dört duvar arasında bekliyorum. Neyi beklediğim de belli değil, uzay boşluğunda süzülmece, cismen hacim kaplamaca.
Bazen bi şeylere, birilerine anlayış göstermek, sebat etmek, rezilyans diye öğrendiğim zor durumlarda/zamanlarda ayakta kalma ya da hızlıca toparlanarak devam edebilme halinde olmak zor geliyor.
Bir süre normal gelen her şey sanki fazla hava basılan balonun bir yerde dayanamayıp yerinden kopup gökyüzüne fırlaması gibi her yere saçılacak sanıyorum. Öyle sandığımda da "you shall not pass Berilyum" diyorum, toparlan bırakma kendini. Olmuyor, kendimi bırakmak istiyorum, anlamsızca durduk yere sesim kısılana kadar, boğazımdaki yumru yüzünden kıpkırmızı kesilene kadar ağlamak istiyorum. Bazen ağlıyorum durduk yere. Aynaya bakıyorum yüzüm parça parça kırmızı. Çocukken de çok ağladığımda yüzüm böyle olurdu diye hatırlıyorum, kırmızı beyaz ekoseli surat.
Sonra günler geçiyor. Mevsimler de. Onlar sırasını bekliyor, ama ağaçlar bekleyemeden çiçekleniyor. Sonra ağaçlar erkenden çiçeklendi yazık olacak diye bi daha üzülüyorum. Her çiçek kendi bacağından asılmıyor mu?
Yani diyeceğim o ki, neyi beklediğimi bilmiyorum. Bir ay, bir mevsim, dört mevsim, sonrası ne olacak bilmiyorum, bilmediğim şeyi bekliyorum. Zaman geçtikçe umut kırıntılarım da yok oluyor. Piştikçe ufacık kalan ıspanaklar gibi kendimi ateşe bırakayım da ufacık mı yapsın beni.
Bu da pandemi kafası olarak burada yer alsın bakalım.